MEMLEKETİMDEN MANZARALAR (3)

Ali Rıza Aksın kullanıcısının resmi
Güneş tepemde, deniz serin. Yüzüyorum da yüzüyorum. Suyun beni aştığı yerden çok çok yirmi metre uzaklaşabiliyorum. Omuzum fena ama... Dalgalar peş peşe...

Başıma çarpıp hışımla geçiyorlar. Su kaçıyor genzime. “Üff tuzlu!” Etrafta genç sevgililer. Erkekler koruyucu, kızlar yapışkan. Yakınmış gibi görünen Kız Kalesi, ötede erişilmiyecek bir yerde. Yüze yüze dönüyorum. Kalabalık mı kalabalık. Ayaklarım yerde; zemin yumuşak, kına gibi. Daha kenarda çocuklar. Üstlerinde can yelekleri ve simitleri... Bir keyifle gülüyorlar ki... Kimisinin denize ilk girişi. İlk tepkileri ağlamak oluyor. Ebeveynleri, sarıp sarmalayıp tekrar suya salıyor onları. Kumsala güneş çiziyor bir kız. Hışımla gelen dalga belli belirsiz yapıyor resmini. Emeği boşa gitmişçesine tekrar işe koyuluyor kız. Kumları tepelemenin hazıyla şezlonguma bırakıyorum kendimi. Yanımda kardeşimle eşi... Uzandığım yerden yeğenimle kız kardeşimi arıyorum. Başları gözüküyor sadece. Suda çırpınıp duruyorlar. Az ileride, komşumuz Elif'le kızları... Yanlarında bir turist (Maria). Şezlongların arasından bir kadın, “Misir, tazeeey, gevreek!” diye diye uzaklaşıyor. Onu, incir, çay kahve satıcıları izliyor.
Kahvaltıyla akşam yemeği motelden. Beş on çeşit yemek çıkıyor. Yanısıra üzüm, kavun, karpuz... Bir de irmik helvası. Çaylar bedava. Tabağını alan sıraya giriyor. Kimse çatal-bıçak kullanmıyor. Çatalı sağ ellerine alıp bıçağın yüzüne bile bakmıyorlar. Menüde deniz ürünü yok. Ne balık, ne karides ne de midye. 
“Deniz ülkesinde balıksız ha!” 
Resepsiyonda Özlem Hanım... Gözlerinin içi gülüyor. “İnternet bağlantınız var mı?” diye sorduğumda “Var var!” diye yanıtlıyor beni. İnternet zayıf, işimi görmüyor. Bir mesaj at, beş dakika bekle.
Ramazan ayı. Moteller, oteller tıklım tıklım. İsviçre, Almanya, Pazarcık, Elbistan, Antep, Malatya, Hatay, Ankara’dan gelmiş bir kitle... Laik ve Alevilerden oluşan sessiz, saygılı bir kalabalık. Üstlüğüyle denize giren tek bir kadına rastlamadım. 
Motellerin müşteri kapmak gibi bir sorunları yok. Ama oteller öyle mi? 
“Otel mi aradınız abi? Buyur, bir kibarlık yaparız!” diyenlerden geçilmiyor.
Esnaf da öyle, lokantalar da... Şort, terlik, krem ateş pahası... Yerine göre iki, yerine göre üç misli...
Üçüncü gün tanıdıklar çoğaldı. Masaları birleştirip, Delfin Oteli'nin önünde saf tuttuk. Kimi saz çalıyor, kimi söylüyor. Kafalar hoş. Gözü dönmüşçesine yanımıza kadar sokulan bir araba, telaşla dönmeye kalkıştı. Besbelli bir şeyler olmuştu. Hakim yeğenim, polisi çağırıp müdahale etti. 
-Ne olmuş?
-Adam çete, sahildeki barlardan birine silah çekip kaçmış. 
Mersin'den ziyaretçilerim var. Komşum Mehmet Atakan'la, Ahmet Aktuna... Beni alıp çeyrek saat ötedeki (Narlıkuyu'daki) Yörük Çadırı'na götürüyorlar. Deniz aşağıda... Kahvaltının hassı burada. Gözleme, tereyağı, bal, kaşar, tulum, zeytin (siyah yeşil), ne ararsan! Ne o an ne de sonra, elimi cebime attırmadı Mehmet. Göz ucuyla baktığım fatura seksen beş lira. 
Ahmet, edebiyat öğretmeni. Önce övüyor, sonra eleştiriyor kitabımı. 
“Keşke ara başlıkları atmasaydın, keşke haberim olsaydı...” 
Mehmet alıp eskilere götürüyor beni. Babamla ninesinin kavga ettiği günlere... Yarım yamalak anılarından emin olmak istercesine gülüyor.
Son gün, aniden bir fırtına koptu. Kısa bir yağmurun ardından tekrar yakmaya başladı güneş. Valizimi hazırlayıp gitmeye hazırlandım. Sahil, bir boşaldı bir doldu. Sahilin altındaki boruların patlamasıyla keskin bir koku yayıldı. Oraya alışmış olmanın burukluğuyla “İyikine de gidiyorum” dedim. 
Bizimkiler (Kız kardeşim, biraderim ve eşi), bir süre önce ayrıldıklarından Mersin'e yalnız döneceğim. Son dakika, komşumuz Elif, “Abi biz de geliyoruz!” dedi. Maria, midesini bozduğundan, gerektiğinde durması için şoförü tembihleyip, yerlerimiz aldık. Sahili izleye izleye... Manzara harikulade. Yanımda bir polis memuru. İkide bir kalçama değiyor silahı. Ön yargımı yenip konuştum.
-Görevden mi...?
-Evet...
-Nerelisiniz?
-Andırın'dan...
-Neresinden?
-Darıovası'ndan. 
-Biliyorum oraları. Oraya yakın dört yıl çalıştım.
Saygılı, utangaç. “Ya öyle mi?” deyip daha yakın duruyor. Bir gün önceki vukuattan söz edip fikrini sordum. “Biliyorum, barlara tebelleş olup haraç istiyorlar. Sonra da nefsi müdafadan yırtıyorlar. Arkaları kuvvetli”
Derken siyasete kaydık. Konu Kürt meselesi. 
-Abi sen bilmiyorsun, bunların bir haritaları var, devletlerini kuracaklar. 
-Hakları verilir, barış sağlanırsa, ayrılacaklarını sanmıyorum. Batıya dağılmış bir sürü Kürt var. 
-Öyle de abi, bunlara güvenilmez ki...
İsviçre'den, Almanya'dan, Amerika'dan söz ettim. 
-Haklısın da abi, orası Avrupa, burası Türkiye. O kadar özgürlüğü kaldıramayız ki...
Mersin'deyiz. Mehmet'in gönderdiği araba anacaddeden bizi alana kadar yandık. Pozcu'daki Bursa Kumaş Mağazası'nın önünde indik. Kapıda bekliyor Mehmet. Yanında Ahmet. İkisinin de dudağında muzip bir gülümseme. Top top kumaşların, hanım hanımcık bayanların arasından büroya ulaştık. Klimanın serinliği rahatlatıyor beni. Konu; edebiyat, tarih ve anılarımız... Mehmet'e, “Mühendis olacaksın da kumaş satacaksın” diyerek takılmaya çalışıyorum. Beni, “Bizimkisi doktor, bir gün gitmesin hastalarını kaybeder; bu anlamda özgürüm, olsam da olmasam da iş yürüyor” diye yanıtlıyor.
Yanımda Andırın'ın Sumaklı Köyü'nden öğrencim Erdal Kurt. Mersin'de olduğumu duyar duymaz gelmiş. İlkokulda nasıl bırakmışsam öyle. Mersin'e taşınmış, evlenmiş, ayrılmış. Ordan burdan çalışmaktan bıkmış. Sonunda dostum Ahmet Aktuna'yla sanal bir dersane kurmaya karar veriyorlar. Birinde tecrübe, diğerinde dinamizm...Öyle bir mutluyum ki...
Pozcu'nun göbeğinde AVM türü alışveriş merkezleri... Gençlik, barlar, cafeler, hepsi burada.
AVM’nin kitap reyonunu gezdik. Bir kitabım kalmış. Ertesi gün Mehmet, “Onu da almışlar” dedi. Forum-AVM'nin girişi, Gariban Cafe... Kahvelerimizi içerken İsmail İyigüven'le (Rutto Ağa'nın oğlu) tanıştım. İsmail Amca Pazarcıklı. Telefonu, interneti olan, doksan beşlik bir delikanlı. Geceyi, yanında geçirdim. Öyle bir konuksever ki... 
İlk akşam yemeğimizi, hakim bir tepede bulunan Gönül tesislerinde, ertesi akşam da denize bakan Marina’da yedik. Şarap yanında balık... Sohbet hoş, kafalar iyi...
Mersin Terminali‘nde otobüs bekliyorum. Tuvalet aşağıda. Dolambaçlı merdiven, kulübesinde oturan bekçiye götürdü beni. Parasız girilmez. Tuvaletler alaturka. Kağıt yok, taharet mecburi. Çıkışta bekçiye “Ne zaman bitecek bu rezalet?” dedim. “İnşallah seneye” dedi. Burnumda kesif bir tuvalet kokusu. Sol elim suça bulaşmış gibi.
Nihayet otobüs hazır. Ver elini Maraş...
22.08. 2014, Zürich

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...