Karşımızda Başka Bir Yüz

Yusuf Değirmenci kullanıcısının resmi
Çok sonra üşümenin ne demek olduğunu anlayacaktı Süleyman. Ateş yavaş yavaş sönerken, üşüyen adımları, “Kart kurt, kart kurt.” sesleri çıkarıyordu. Süleyman, nişanlısını hatırlıyor ve ısınmaya çalışıyordu onun eşsiz hayaliyle.

Kar yağıyordu Gabbar’a. Şimdiye kadar görülmemiş bir soğuk, Gabbar’lıları çıldırtmaya yemin etmişti adeta. Üşümek zavallı kılıyordu herkesi. Çavuş hazır komutta, Sülolar arkasında donuyordu. Kar, hırçın hırçın yağarak yolları kapatıyordu. Bu az tanınmış diyarlar, ezik bakışların ardından, umutlarını okşayacak elleri bekliyordu. “Bu anasını sattığım kar ne zaman duracak.” diye mırıldanıyordu Süleyman. Çavuş’un sessinde kaba bir dalgalanma:

 “Rahat! Hazır ol! Kıt’a dur! Yürü asker!” diyerek kara dalıyorlardı. Karda, “kart kurt, kart kurt,”  sesleri çıkaran bir ritim ile ilerliyordu askerlerin ayak izleri. Sülo şaşırıyordu. “Anam!” diyerek Ankara’ya varıyordu.

Hazirandı başkenti ısıtan. Mahalle kalabalıktı. Eller al bayraklarla renkleniyordu. Gözleri gülüyordu Süleyman’ın. Havadaydı... Nişanlısı duvar dibinde ağlayarak, yaşayacağı özlemleri sessizliğine yüklüyordu. Güzel bir kızdı. Gözleri barışı andırıyordu. Sustuğunda acıların aynası oluyordu yüzü.

Anası kalabalığın ortasında duruyordu. Heyecanı vatan sevdasıyla yankılanıyordu. Söylediklerine inanıyordu:

 “Bu vatana on evladım feda olsun!” 

Sokak, coşkulu kalabalığın sloganlarına bırakıyordu kendini:

 “En büyük asker bizim asker, en büyük asker bizim asker!”

Babası ağlıyordu, ama belli etmiyordu. Ankara, Doğu’nun karlı dağlarına coşkuyla yolcu ediyordu Sülo’yu.

Bir gün, yine karlı ve soğuk bir gündü, aradılar bulamadılar. Döndüler birer birer. Sülo çok üşümüştü. Nişanlısına duyduğu özlemin ateşiyle ısıtıyordu hayallerini. Saat geçti ve acıkmışlardı. Yemekhaneye vardılar. Bir subay karşılarında duruyordu. Bakışları sertti. Eski alışkanlıkların perdesi kapanıyor, acımasız gerçekler harf harf döküyordu subayın dilinden:

“Ne işe yaradınız bugün? Kaç kulak kestiniz, kaç parmak? Kulak getireceksiniz koleksiyonuma, parmak getireceksiniz; tespih olacak bana!”

Süleyman şaşırdı. İçinde buğulanan bir “Vaahh!” yokladı yüreğini. “Nerdeyim ben?” dedi masumiyetinin yok olmaya direnen sesiyle.  Yanılgı dalga dalga boylanıyordu iradesinin sönüklüğünde.

Süleyman yatağına uzanmış nişanlısını düşünüyordu. Düşünde Ankara’ya varıyordu. Nişanlısı Ayşe yanı başındaydı. Bir pastane köşesinde elleri terliyordu. Gözleri gülüyordu. Ayşe çilekli pastasına dalmış, belki de ilk öpücüğünü hayal ediyordu. Süleyman anlıyordu. Ağlamak istiyordu, ağlayamıyordu. Muzlu pastası ağzında bal gibi eriyordu. O an mutluluğun tadı sıcaktı. Yakaladığı anın mutluluğu Ayşe’ye yansıyordu. Önündeki limonata bardağını kaldırdı nişanlısına döndü:

 “Şerefe sevgilim, seni seviyorum” dedi. Gördü bardağın kırılmadığını. Ben buyum dercesine yüzüne bir gülücük kondurdu.

Kar durmak bilmiyordu. Sülo bir türlü uyuyamıyor, sabahı bekliyordu. Korku onu saran bir devinimdi. Çaresiz kalıyordu uykusuz gecelerin bağrında. Yatakhane ter kokuyordu, kimse uyumuyordu. Gece bir inadın temsilinde, korkularına korkular katıyordu. Sabaha varmak, bir kadının doğum sancısı gibi acılarla inletiyordu hepsini. Uyumak adeta mucizeydi.

Bitmez sanılan gece nihayet bitmiş, karanlık kendini aydınlığa teslim etmişti. Herkes ayaktaydı. Sıska subay karşılarında duruyordu:

 “Haydi, aslanlarım! Göreyim sizi; bugün köylere ineceğiz.”

 Herkes o anda pür dikkat, olacakları merak etmeye başlamıştı. Yaşam anlamsız adımlara bırakıyordu kendini. Ölüm belki de hiç bu kadar yakın olmamıştı.

İlk köye vararak her tarafı sardılar. Üç genç kız, dört erkek kardeş, bir gelin, iki de yaşlının olduğu bir eve kondular. Ev halkı Kürtçe bakıyor, Kürtçe susuyor, Kürtçe korkuyordu.

Subay bağırıyordu:

 “Ulan hainler! Ben size demedim mi, vatan hainlerine yardım etmeyeceksiniz diye!”

  Subay, sürekli bağırıyor, anlamadıklarını bildiği halde tehdit ve hakaretler savuruyordu ev haklına. Bakışları kızların üstünde gezindi uzun uzun, sustu aniden. Ölüm sessizliği sardı o anda evi. Sülo olacakları anlamıştı, bu ilk değildi. Yavaş yavaş alışıyordu yaşadıklarının korkunç büyüsüne. Beyni serseri bir mayın gibi tetikteydi.

Elindeki soğuk mavzerle yaşlıları dipçikliyordu. Acılar katmer katmer çoğalıyordu:

 “Askerler, köyü sarın! Kırın! Dağıtın! Yakın her tarafı; ders olsun hainlere.” dedi ve gözünü Süleyman’a dikti:

 “Sen kal! Sen de kal çocuğum, sen de, sen de!” diyerek sertçe emir yağdırdı:

“Biraz eğleneceğiz asker, çıkarın herkesi, kızlar kalacak. Kimseyi almayacaksınız içeri.”

Yaşamak direnmekti, ama subayın karşısında direnecek gücü olmayan körpecik kızların çığlıkları yankılanıyordu evin içinde. Kızların en sadık olduğu parçası gitmişti. Ağlamak faydasızdı; hayat boyu kapanmayacak derin yaralar açılmıştı o anda ruhlarında. Süleyman, geri dönüşü imkânsız bir çıkmaz sokakta, kendine ait olmayan bir hayatın ortasında kalmış gibi hissediyordu kendini. Elleri kan kokuyordu. Gitgide uzaklaşıyordu kendi gerçeğinden.

Görev başarılı bir şekilde tamamlanmıştı. Yola koyuldular ve karargâhlarına döndüler. Arkalarında kara bir duman yükseliyordu. Ateş parçaları şehirlere hazırlanıyordu. Sönen yaşamın külünden bir başka yaşam başlıyordu. Sülo, o yaşamın bir parçası olmuştu artık. Tekrarlanan hep aynıydı. Yaşananlar büyük bir dramdı.

 Kelleler kesmiş, fotoğraflar çekmişti Sülo. Kesik parmaklar ve kulaklar, ateşe verilen köyler, tecavüze uğrayan körpecik kızlar… Her gece aynı kâbusu görüyor, kan ter içinde uyanıyordu. Kestiği kelleler hesap soruyor, kızlar “yapma” diye yalvarıyor, evi yanan, yavruları ölen anaların ağıtları kulaklarını sağır ediyordu. Sülo, günden güne uyurken gördüğü kâbusları uyanıkken de görmeye başlamıştı. Baktığı her yerde kan ve gözyaşı görüyordu, yağmur olup boşalıyordu üstüne akıttığı her damla kan. Yaşadıklarına dayanamayıp sonunda çıldırmıştı Süleyman. Yaşadığı her olayda biraz daha çıldırdı. Biraz daha, biraz daha…

İki yıl geçmişti aradan. Bembeyaz çarşaflar arasında kar gibi boyanmış dört duvar Sülo’yu ağırlıyordu. Süleyman uyuyordu. Başucunda beyaz gömlekliler duruyordu. Uyku arasında sayıklıyordu Sülo:

“Kar, kar, kar… üşüyorum… Ayşe, anne, baba…”

Yeni yüzünü ortaya koyuyordu Süleyman. Yaşadıkları sancı sancı akıyordu dilinden. Devam eden sayıklamalarından anlaşılıyordu ruhunu ele geçiren acılar:

 “Kulak koleksiyonumu istiyorum. Tespihim nerede?”

Aradan uzun zaman geçmişti. Sülo biraz kendine gelmiş olsa da, derin yaralar almıştı ve tarihi yaraların izi iyileşmek bilmiyordu bir türlü. Uyurgezer bir kılıkta sokaklara dalmıştı. Bir mezar kaçkını gibi sağına soluna bakarak, yaşadıklarına anlam yüklemeye çalışıyordu. Onu gören ve duyan insanlar duyarsızdı:

 “Ben bir kahramanım, hain kulaklarım var.” diyordu.

Karşısındaki insanları şaşırtır, güldürürdü. Annesi hep arkasından dolanır, ağlardı. Ayşe kız,  çoktan evlenmişti ve Sülo bilmiyordu. Kaybettikleri beyninde renksiz bir resme bürünmüştü adeta.

Yıllar sonra Sülo, nasıl olduysa kendini İstanbul’da bir gemide buldu. Üsküdar’a gidecekken bir de baktı ki Lozan’da. Bu geminin Lozan’a nasıl geldiğine hiç şaşırmadı. Meğerse Süleyman Ararat adlı gemiye binmişti. Vurdu kendini yola. Dağınık bir yörüngenin yolcusuydu artık.  Çok yorulmuştu.

Bir gün otobüs durağında beklerken karşısına bir deli çıktı. Deli Sülo’ya yaklaştı:

 “Sen çok iyi birisin, biliyor musun? Sigara içişinden anlıyorum.”

Sülo gülmek istedi, gülemedi:

“Sağ ol” dedi. Deli, elleri cebinde, bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye devam etti. Otobüs geldi. Deli Sülo’nun elinden tuttu:

“Sen çok iyi birisin, sen çok iyi birisin, sen çok iyi birisin.”

“Al bir sigara yak.” dedi Süleyman.

“Ben sigara içmem.” dedi deli. “Dokunur bana senin sigaran. Hem param da yok. Sen iyi birisin, sigara içişinden anlıyorum. Gel benimle, seninle Ouchy’ye inelim.” dedi ve sustu azıcık.

Devam etti sonra:

“Şatoyu gezdireceğim sana.”

 Sülo kabul etti, Ouchy’ye indiler birlikte.

Akşam oldu. Sülo sabaha kadar deliyle Ouchy Şatosu’nda dans etti. Yorulup durdular sonunda. Güneş hazır olun geliyorum, diyordu. Uykusu geliyordu Sülo’nun.

Deli durdurdu onu:

“Bak şu duvara.” dedi. Sülo şaşkınlık içinde baktı... Türkiye yazıyordu ve de bir tarih…

  Deli, Sülo’yu oracıkta bıraktı ve uzaklaştı.            

  Lozan’a kar yağıyordu. Ouchy üşüyordu. Sülo yalnızdı. Yağan karı izledi. Alışık olduğu “Kart kurt, kart kurt” sesleri eşliğinde yürüdü sahile doğru.

  Leman Gölü umarsızdı. Sülo, gecenin yarısında martıları aradı. Bir banka oturdu, düşündü uzun uzun ve uzanıp uykuya daldı. Derken bir kâbus gördü, kulaklarında bir ses yankılandı. “Ankara ne tarafta?”

Yusuf Değirmenci

Kılıksız Zaman

Sınırsız Kitap Yayın

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...