“Gerçekliğin yeniden inşasını önceleyen bir şiir hareketi devrimci estetiğin de habercisidir”

Mustafa Güçlü kullanıcısının resmi
Berivan Kaya'dan

Mustafa Güçlü’nün İzan yayınlarından çıkan beşinci şiir kitabı “Sizden Önce Geçtim” geçtiğimiz aylarda okuyucusuyla buluştu. Güçlü’nün bu kitapla birlikte şiir evrenindeki poetik yolculuğunu, bu yolculuğa yaratıcı kıvrımlarını veren devrimci şiirin estetik izdüşümlerini ve günümüzde sermaye tarafından desteklenen postmodernist şiirin yüzeyselliği karşısında giderek ivme kazanan kolektivist devrimci şiiri konuştuk.

Söyleşi: Berivan Kaya
 
“Gerçekliğin yeniden inşasını önceleyen bir şiir hareketi devrimci estetiğin de habercisidir”
 
Berivan KAYA: Genel bir soruyla başlamak istiyorum. “Sizden Önce Geçtim” şiir evrenine kattığın seçme şiirlerle birlikte beşinci kitabın. Şiir yolculuğun açısından “Asi Yakılsın Dağlara”nın yayımlandığı 1992’den bu yana, şiir evrenin; poetik anlayış, estetik ve üslup yönünden nasıl bir değişim geçirdi sence?
 
Mustafa GÜÇLÜ: İlk kitabımdaki şiirler, üniversite gençliğinin 1980 sonrası ilk mücadele kıpırtılarının başladığı yılların sert mücadele pratiğinden damıtılmış dizeleri içeriyor. O şiirler fazlasıyla ajitatif ve imgesel içeriğiyle toplumcu şiirin direngen damarına yaslanıyor. Bireyselden toplumsala bir kolektivizm ve güzel dünya aranışıyla inşa edilmiş iliklerine kadar yaşanmış, bedeli ödenmiş şiirler. Sonraki kitaplarımda yine aynı menzile akan şiirlerde daha yoğun anlatım için imgesel ve biçemsel denemelerle şiirimi diyalektik bir şekilde geliştirmeye çalıştım. Tabii ki ilk kitaplar şairlerin şiir serüveninde oldukça önemlidir, şairin bundan sonra yürüyeceği yolun, soluklanacağı durakların ilk işaretidir. Fakat şairler zamanın yaşanmışlıklarıyla daha da çok katmanlı ve boyutlu şiirin yolunu hep ararlar. Ben hala o şiirin peşinde dolanan biriyim, vardığım ya da duracağım bir durak yok henüz.
 
BK: Şiirlerini üç bölüme giydirmişsin. İlk bölümde daha içeriden,  dip sesin rengini, ahlarını ve kıvrımlarını yansıtan, dokunaklı bir dış dünya eleştirisi ve aşka bakış var. İkinci bölüm toplumsal temalara odaklanırken üçüncü bölümde ağıt tadında uzun ve betimleyici dizeler koyulaşıyor. İmgeler yer yer izlenimci bir tuval canlılığıyla sergilenmiş ve genelde ikili dizelerle yol almış. Şiirlerinde izlek bütünlüğü olduğu halde ikili dize kullanma tercihinin nedenlerini sormak isterim.
 
MG: Beyit, Divan şiirinde kullanılan bir nazım birimidir. Divancılar parça güzelliği bağlamında her beyiti kendi içinde bir bütün olarak düşünmüşlerdir. Beyitlerin yerlerini (matla ve makta beyiti dışında)değiştirmen pek öyle anlam kaymalarına sebep olmaz. Ben burada şiirin geneline yayılan izleği lirik ve akıcı şekilde yansıtabilmek için şiirimin iç ritmi olarak kendiliğinden doğaçlama olarak yakaladım bu biçemi. Yukarıda bahsettiğim gibi beyit temelli olmakla birlikte şiirin akışkanlığı içinde kısa dizelerle birbirlerinin anlam ve sessel bağıntılarını kurgulayarak şiiri kurmaya çalıştım. Bununla da dizeler arasındaki ses ve akış uyumunu sağladığıma inanıyorum. Bir akademisyen arkadaşım: “Hocam bu müzik gibi bir şey.” demişti kitabı okuyunca. Benim yapmak istediğim sözcüklerin ses ve anlam değerlerini imge ve çağrışım gücüyle birlikte bir potada eritmekti. Sizin de bahsettiğiniz gibi şiirlerde bu ülkenin cinneti ve sevinci bir arada yer alıyor. Derin acıları ve sevinçleri birbirini tetikleyen ve destekleyen ritimleriyle aynı potada eriterek lirik bir akışla okuyucuyla buluşturmak istedim.
 
 BK: Derini bilen şiiri bilir diye düşünürüm. Senin devrimci şiir izdüşümüne bakarsak, kitaba adını veren şiirdeki “Sizden önce geçtim bu hizaları/korkacak karanlığım yok”  “sizden önce biçtim bu elbiseyi/soyunacak çıplaklığım yok” dizeleri, içsel bir meydan okuma sesine sahip olmanın yanı sıra bir hakikat bilgisini ve tamlık halini de imliyor sanki.  Karanlığımızı yendiğimiz ve tüm yükümüzü soyduğumuz özgürlük çağı, şairin aradığı ve uğrunda savaştığı mıdır sence?
 
MG: Tamlık fazla bir iddia içeren tanımlama olur benim için. Soluklandığımız coğrafyada yaşanmamış, bizlere yaşatılmamış hiçbir acı kalmadı diye düşünüyorum. Bu bağlamda mücadelenin işaret fişeği olacak olan korkunun aşılmış olması gerektiğini düşünüyorum. Kuşatılmış, kıstırılmış kitlelerin bir çıkış sesi gibi olmasını istediğim için onlarla birlikte bu meydan okuma. Tekil anlam içinde çoğalmayı hedefleyen toplumsal dönüşümün bir bileşeni olarak yüreğimi bu bilince her şeyiyle koymak isterim. Ankara tren garındaki patlama biliyorsun yakın tarihimizde en büyük toplumsal kırılmalardan biri oldu. İzmir’den Ankara’ya gitmek için ben de listeye adımı yazdırmıştım. Ağır bir gribal enfeksiyon geçirince gidip gitmeme konusunda kararsız kaldım. O gün kendimi iyi hissetmeyince yürüyüşe gitmedim. Sonra sabah o durum, yani patlama yaşandı. İzmir’den giden grubun yakınlarında patlama oldu. Bir arkadaşımız döndüğünde işitme problemi yaşayınca birkaç gün sonra doktora gitmiş. Kulağından insan eti parçacıkları çıkmış, o et parçası oradan çekip alınınca arkadaş duyma yetisine tekrar kavuşmuştu. Düşünebiliyor musunuz, sizden birazcık daha ötelerde halay çekenlerden birinin canından kopan parçayla yaşamış arkadaşımız. Bunları yaşamış insanların size soruyorum bundan öte korkacak karanlığı olur mu?
 
BK: İzlenimci, görsel yanı, rengi güçlü imgelerle çıkıyorsun karşımıza. İşte onlardan bir kaçı: “avucumda kesik diken/etime rüzgârlarla ayaz işleyen”; “obüsü ipeklere düşürüyor leylak”; “yağmur kuşunun karaltısı/ufuk çizgisini indirdiğinde”; “alnıma inmiş Toroslar dikine,/mor pürenleriyle ön balkonda”; “al diyorum kamışlardan/rüzgârın fısıldadığı paslı mızrağı” “Anladım gittiğini, boşluk sökülünce/gövdemden geçermiş maveraünnehir”. Bu görsel şölenin bir diğer nedeni de eğretilemelere, mecazlara, fiil ve fiilimsilerle katılan hareket sanıyorum.  Toplumsal meselin tam da nesnel, bütüncül içerik olarak bükülerek yaratılması ve oluşan imgenin göndergesinde çoklu çağrışımlarla hissettirilmesi bu estetik gücü arttırıyor. Günümüz devrimci şiir cephesi, bu anahtarlarla ve diyalektik maddeci tarih yöntemiyle şiir evreninde ivme kazanıyor, atak yapıyor sanki. Ne dersin?
MG: Seçme şiirleri saymazsak yeni anlamında “Sizden Önce Geçtim”i 12 yıl sonra yayımladım. Bu süreçte sürekli yazdım okudum ve toplumsal mücadelenin içerisinde üzerime düşenleri, alanlarda, barikatlarda kısacası emek mücadelesi içinde küçük büyük demeden yerine getirmeye çalıştım. Şiirimi toplumsal mücadelenin dinamiklerine yasladım, oradan feyz aldım, beslendim. Devrimci şiirin özellikle önünün kesildiği süreçleri yaşadık yaşıyoruz. Aslında bu dosya yıllar önce hazırdı. Sonradan eklediğim ve çıkardığım şiirler de oldu tabii. Sonra kitap yayımlanana kadar her sözcüğü hatta her sesi duyarak duyumsayarak dosyanın içinde oradan oraya çekiştirdim durdum diyebilirim. Bütün kapıların kapalı olduğu zamanda etrafımızdaki ablukayı dağıtacak, devrimci şiir adına bir çıkış olmasını düşündüm. Umarım bu sis bulutunu birlikte hareket ederek ortaklaşa dağıtmaya çalışacağız.
 
BK: Şiirlerinde bireysel ve toplumsal izlek yer yer bir arada ivmeleniyor; aşk, özlem, arzu, yalnızlık durumları ve şehrin, yaşamın yükü içsel, diyalektik ilişkilerle ortak imgelere yansıyor.  Örneğin “Yontu” şiirinde “özlemin kuşdili nükleer düğüm/derin oyuklarında dağınık şiir” ya da “Bahar Beğen Kendine” şiirinde; “İlk yağmurla yüzünde güz kırlangıcı/toparlayıp geliyorsun ya lekelerden”; “ öl diyorum o zaman, kuytuda sedef/bekle ki bitmesin kuş çalımı ihtilal” dizlerinde belirginleşiyor bu tespitim. Marksist öğretiden bildiğimiz bireysel olan toplumsal, toplumsal olan ise bireyseldir. Heidegger’den türeyerek gelmiş, İnsanı varlığa atılmış yalnız bir yaratık olarak gören postmodernist anlayış karşısında neler söylemek istersin?
 
MG: Postmodernizmin insan algısı yanlış yerden biçimlenir. İnsanın kendini gerçekleştirmesine ve özgürleştirmesine hizmet etmez. İnsanının bütüncül tarihinden soyutlayarak sis bulutu içinde birbirine çarpmadan içe yaslanmasını ve dış zoru kabullenmesini sağlayan bir yaklaşım biçimi olarak çıkıyor karşımıza. Bizse insanı bireysel ve toplumsal bütünselliği içinde kavrayarak kolektivizmi postmodernist bireyciliğin karşısında konumlandırıyoruz. Bizi ahmaklaştıran algımızı dumura uğratan popülist anlayışın karşısına devrimci gerçekçi şiirle yeniden çıkacağız.
 
BK: Şiirlerinde ağırlıklı bir tema olarak sınıf çatışması, sınıfsal sömürü ve yabancılaşmayı dert edinmişsin. Bu konuda şiirlerime yeterince taşımadığım için seni kıskandığımı itiraf edeceğim.  Tam da burada, ‘Kasiyer’ şiirin üzerine odaklanalım istiyorum. Proleterliği, sanayinin dışında yığınsal hizmet perspektifine genişleten hakikat, hayatın var oluşuna derinlemesine bir çağrışım alanı açıyor. “Hayallerinin ölü barkodunu/okutuyor gün boyu, her saat/AVM’nin sismik boşluğunda/parmak uçları yaylım ateşi kül” dizelerinin canlı imgelerinde, insanın kendine türsel yabancılaşmasını okuyoruz. Aynı zamanda ‘şehrin yabanıl hevesi üstünde”  dizesindeki eğretilemeyle kitlesel tüketimi hedonizmi ve emekçinin metası arasındaki paradoksal ilişkiyi birlikte hissedebiliyoruz. Şiirin ikinci bölümünde “buzdan öpüşleriyle vardiya/yanlışından sızan tomurcuk/ kulluk düzeni biçimsiz bıçak” dizeleri itirazı da beraberinde getiriyor.  Bu tür toplumsal izlekleri imge ve anlam derinliğini bütününde şiirde yapılandırmak zordur.  Ya devrimci romantizme ya da postmodernist anlamsızlığa saplanabiliyor şiir. Çoğunlukla ağlak bir betimlemenin yavan sesine bürünüyor. Sen bu noktada, hem burjuva illüzyonunun altındaki dirimsel gerçekliği hem çok katmanlı çağrışım yapılarını bir bütün olarak örgütleyebilmişsin.  Bu konuda neler söylemek istersin?
 
MG: Yazdığımız bu tür şiirler alışıldık bir retoriğe yaslanmadığı için önceleri pek ilgiyle karşılanmadı. Hatta biraz daha küçümsendi diyebilirim. Kapitalizmin kuşattığı ve tükettiği insanı, klasik proletarya bakış açısının dışında bütünselliği ve çeşitliliği içinde yakalamaya çalıştım. ‘‘Kasiyer” şiiriyle ilgili bir bilgi daha vereyim. Aslında önceleri bu şiiri koymak istemiyordum kitaba. Çünkü biraz ağır ve imgesel bir şiir olarak geldi bana ilk haliyle. Sonra üzerinde tekrar yoğunlaşınca biçim ve içerik bakımından istediğim seviyeye geldiğini gördüm. Motosikletli kuryeleri ele alan bir şiirim daha vardı kitapta buna karar verince onu çıkarmayı tercih ettim.
 
Günlük hayatta marketlerde, alışveriş merkezlerinde birkaç cümleyle iletişim kurduğumuz bu insanların yaşadığı zorlukları, ağır yaşama koşullarını zaten biliyordum. Asgari ücretle çalışanların çoğu işsiz kalmış ve bu koşullara razı olmuş, hatta torpille o kasanın başına geçmişler. Şimdi pandemi döneminde yaşadıkları zorlukları ve sağlık açısından yaşadıkları problemleri bir de şimdi düşünün.
 
BK: Bir başka sınıf izleği olan “Overlokçu Kadınlar” şiirinde kadınlık ve işçilik sorunsalı birinci ağızdan aktarılıyor. “Provasız biçtim serçe gömleğimi/ritmik törenlerin dip atölyesinde” “bodrum katında oval mağaranın/yanlışa öpülen yaprak begonyası/zaman tesirli, çalışma süresi azami/sismik boşluğunda kumaş tozuyla/solungaçlarıma biriken kaktüs jeli” “Provasız biçtim serçe gömleğimi/kansız bulutlar gönderdim ellerine” dizlerinde örneğin sahici bir yaşanmışlık var. Tekstil atölyelerinin ortamını görmüş biri olarak yeniden canlandırdım, yaşadım o gri soğukluğu, mağara boşluğunu; yorgunluk ve bitkinliğin yüz rengini. Şiir de roman gibi bir kurmaca olduğuna göre, toplumsal izlekleri birinci ağızdan yansıtırken sen bu sahiciliği nasıl yakalıyorsun?
 
MG: Çalıştığım okulun yanında merdiven altı diye tabir edilen fason çalışan bir konfeksiyon atölyesi vardı. Ara ara mola verdiklerinde yollarımız kesişince ayaküstü kısa sohbetler ederdik işçilerle. Genellikle göçle bölgeye gelmiş Kürt emekçileri yoksul insanlardı bunlar. Hafta sonları da kız öğrencilerimiz bu atölyelerde düşük ücretle çalışırdı. Çoğunlukla yorgun ve uykusuz olur, başlarını koyar uyurlardı okul sırasına. İşte yaşama ait bu tür gözlemler bu şiirlere kaynaklık etti diyebilirim. Ayrıca İstanbul’da öğrenciyken işportacılık yaptığım yıllar da oldu Beyazıt Meydanı’nda. Çoğu zaman tekstil atölyelerine, defolu ürünleri satmak için girer çıkardım bu tozlu insansız ortamlara.
 
BK: Kitabında güncele yazılmış şiirlerin var. Örneğin; Roboski’ye seslenen “Katır Yükü”, Davutpaşa’da havai fişek yangınında ölen işçilere adadığın “Havai Fişek Yankısı” Nuh Köklü’ye adanmış “Kapılarda Kartopu”; Berkin’e yazılmış “Karşılama”, Soma’ya adanmış “Acının Al Sancağı”; barış yürüyüşçüsüyken ülkemizde öldürülen Pippa Bacca’ya yazılmış ağıt şiirlerin gibi. Onun dışında Cizre’ye, Hasankeyf’e, Ortadoğu’ya uzanan yer yer mitolojik, antik imgeleri bugüne taşıyan ağır ağır, tane tane işlenmiş dizeler… 10 Ekim katliamına yazılmış “On Ekim Kargış”ndaki şu dizeler “devrilmiş sokak, ağzımda şarapneller/yakın asın suretimi devrim halayına” dizeleri ise yaşamdaki bir süreliğine yapılan kalleş kesintiyi, karanlık maddeyi yeniden yaşattı bana. Bugün modernist/postmodernist şiirin papağanları güncele şiir yazılmaz diyorlar. Hemen Nazım geliyor aklıma; o hep güncelden, çağından beslenmiş bir şairdi. Bu güçte bir şair daha yetişmedi sanırım bu topraklarda. Şair kendi ülkesinin, çağının dertleriyle, gerçekleriyle ilgilenmeyecekse Hölderlin’in o meşhur sorusunu tam da burada soralım: Şiir neye yarar?
 
MG: Güncele şiir yazmayıp da kafalarımızı kuma mı gömeceğiz. Önemli olan güncelin nasıl estetize edildiğidir. Yoksa geçmişe ya da mezarlıklara şiir yazmamız gerekirdi, belki de öyle yapmamızı istiyor olabilirler!
 
Şiirde güncel yaşanmışlıklara ait izlenimlerimin olması bize yaşatılan katmerli acıların bir dipnot olarak halkların tarihine iliştirmek arzumdan kaynaklanıyor. Buna bir çeşit tarihe şerh düşme de diyebiliriz. Şair yaşadığı çağın tanığıysa bunu en yakınından uzakta olana doğru giden bir silsileyle yol izler. Şiir acıları sağaltmayı yaşama sıkı sıkıya sarılarak umudu çoğaltmayı sağlar/sağlamalı bence. Yoksa bireysel aforizmaların bedensel patlamaların biçim bulduğu bir uğraş değildir şiir. Yukarıda yazdıklarınızın hepsi yakın tarihimizde yaşanan travmatik acı olaylardan yola çıkılarak yazılmış. Tamam, şiiri düz bir şekilde güncele boğmayalım ama yaşadığımız çağı ve zamanı da es geçmeyelim.
 
BK: Günümüzün modernist/post geleneğinden gelen çevreler yetmişli seksenli kuşağın toplumcu şiirini slogancı sayarak, estetik/biçim yönünden zayıf olduğu yönünde eleştirdiler. Bu eleştiri temelsiz ve kuramsız olmasına rağmen hala ağızlara sakız ediliyor.  Bu modernist akıma kapılan çokça şair aşk, yalnızlık, ölüm, özlem temalarına sıkışıp uzunca bir süre bunalım edebiyatı ürettiler;  iki binlerden sonra ise, egemenler tarafından tarihin sonunun ilan edilmesiyle birlikte, postmodernist etkilerle şiir çevre, doğa, cinsellik, kadın, anti türcülük alanlarında sıkışarak eklektizme ve nihilizme kaydılar. Bu süreç dikkate alındığında hayatın çok yönlü, tarihsel ve diyalektik derin kavranışı ideolojik hamlelerle sığ bir estetiğe mi hapsedildi sence? Bu soruya çocuk işçileri konu aldığın “Bayram” şiirinde: “sanayi sokağı karanlık/karnaval çağrısı değil/lime lime üst baş yağ/şakağı güz saklambacı”; “kaçmış gelmiş düşten /teneke sobanın harına/nasıl da tutuşmuş elleri/bıraktığı çocuk sesinden” dizelerinin içinden cevap vermeni istesem ne derdin?
 
MG: Biz ne yazsak zaten örgütlü olan sermaye kalemşorları eleştirecekler. Çünkü bu şiire, devrimci şiire bir alan açmak istemiyorlar ve kafalarındaki şablona göre bütün kapıları sıkı sıkıya kapatmayı yeğliyorlar. Slogancı şiir deyip hedef noktasına oturtmak elbette işin kolaycılığa ve toptancılığa varan bir tutum takınılmasıyla ilintili. Tıkanmış ve tükenmiş kapitalist sistemi postmodernizm gibi ön açıcı felsefi yaklaşımlarla ömrünü uzatmaya ayakta tutmaya çalışıyorlar. Yazmakta olduğumuz şiirin sınıfsal sorunları göz ardı etmeden bütünsel bir kavrayışla yazıldığını söylüyorum. Bu şiirler bireyselliğin aynasında bize dayatılan yok oluşu aşmak üzere yazılmıştır. Televizyon programlarında lüks araçlarla gezen plazalardaki ışıltılı yaşamı, aşkı, gerçek yaşam diye evine aç dönen işçiye yutturmaya çalışanların karşı estetiği elbette geçici bir yanılsama yaratacaktır toplumda. Biz, bize sunulmaya çalışılan şatafatlı kurgulanmış hayatların azınlığın sanatına değil Ermenek’te, Soma’da yeraltı dehlizlerinde ömürlerini tüketenlerin gerçekliğine yüzümüzü çeviriyoruz. Oradan dip sesten çıkacak yenidünyaya gözlerimi açmak istiyorum.
 
BK: Acının Al Sancağı” şiirin 2013’te Soma maden kazasında ölen işçilere adanmış. “gecikmiş isyanın ilk işaret fişeği/iğneyle kazılmış tüneği yokluğun” dizeleri dikkatimi çekti. Bugün Soma ve Ermenek işçileri hakları için haftalarca taşlar, betonlar üzerinde, çadırda direniş ve mücadele yürüterek epey yol kat ettiler.  İğneyle kazılmış olan bu kez yokluk değil varlığa dönüştü. Şiirin zamanla organik ilişkisi konusunda ne diyeceksin; yalnızca yaşamın çelişkilerinden ve direnişten beslenen şiir mi canlı kalabilir, zamana direnebilir?
 
MG: Daha önce de bahsettim, toplumsal kuşatılmışlığı madenciler çeşitli baskılara rağmen kırmaya çalışıyorlar. Şiir zamanın pratiği ile elbette kesişecek ve zamanın yansımasını ve izlerini bütün derinliğiyle dokularına sindirecek. Çağın yıpratıcılığına direnmek bence zamanın ruhunu yakalamak ve dayatılana karşı safını doğru yerde belirlemekle olur. Zamanın ruhunu tüm gerçekliği ile estetize edebilirsek geleceğe kalacak yeni sözler söylemişiz demektir.
 
BK: Son olarak devrimci/toplumcu gerçekçi şiirin bugünkü soluğu ve gücü için ne söylemek istersin?
 
MG: Bu konuda tek tek bir yerlere varamayacağımızı,  bu bireysel çıkışlarımızı kolektif bir hale getirerek en kısa sürede ortak hareket etmenin gerekliliğini belirtmek isterim. Bu birlikteliği sadece şiir üzerinden değil genel bir sanat politikası inşası ve pratiği üzerinden sağlamak zorundayız.
 
İşte “Devrimci Gerçekçilik” yaratılan bu değersizleştirme ortamında kendine bir yol açmaya, umudu çoğaltmaya, çabalayan gerçekliğin yeniden inşasını önceleyen bir sanat hareketi olarak yol almak istiyor. Bu anlamda gerçekliğin yeniden inşasını önceleyen bir şiir hareketi devrimci estetiğin de habercisidir.
 
***
 
Mustafa Güçlü; 1965 yılında, Köyceğiz’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Köyceğiz’de, yüksek öğrenimini ise İstanbul’da tamamladı. Edebiyatla, özellikle de şiirle küçük yaşlarda ilgilenmeye başladı. Klasik Arkeoloji ile Türk Dili ve Edebiyatı eğitimi alan Güçlü, edebiyat öğretmenliğinin yanı sıra tarihi coğrafya ve tarihsel çevre üzerine bilimsel çalışmalar yapmaktadır. Yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmıştır.
 
Eserleri:
Asi Yakılsın Dağlara (1992)
Rüzgarına Yol Gösteren Martı (2005)
Nereye Sığınsam Lacivert (2008)
Ayrı Düşeriz (2010)
Sizden Önce Geçtim (2020)
 
Bu yazı, 13 Ocak 2020'de Son Haber'de yayınlanmıştır.

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...