"Biz içerdeyiz. Söylediklerimiz hapis..." Sinan Bülbül

Görülmüştür kullanıcısının resmi
Duvarların ardındakilerin korku esaretine baka baka değişimi fark ediyorum. İçim acıdı. Korku nasıl bu kadar hükümran olabilir? Yeniden VAH dedim, sonra suskun. En iyisi mi bundan hiç bahsetmeyeyim. Neden mi? Neden'im! bana sormayın. Çünkü HAPİSTEYİZ. Okuyor, volta atıyor. Bahçedeki Alman keskin tellerine tünemiş serçelere baka-baka ilk adımımızı attığımız topraklara gittim. Sınırları aştım. Korkusuzca. Sınırları aştığımız topraklara gittim. Sınırları aşma cür'etini gösterdim. Sınırlarını aşamayan geleceğe yürüyemez. Ne güzel değil mi sınırları AŞMAK!

 
AFFET
 
                İçim şu an bomboş!
                Yazmalı mıyım ya da hiç yazmamalı mıyım? Duvarların, kapıların boşluğunda gidip gelen çığlıklar anaforunda suskunlaşıyor günlerimiz.
                Biz
                               Siz
                                               Onlar
                               Susuyorlar!
                Kendi suskunluğumuzla birleşince içimiz sanki yaraya dönüşüyor. Diğer yandan birbirimizin gözlerinin içine bakarak içimizdekileri bir bir okuyoruz yalın biçimde. Ama nedense birbirimize söyleyemiyoruz. Suskunluğu tercih ediyoruz. Bu suskun hali karanlıklarımızda her gün boy atıyor, herkesi çeperine alıyor, devasa bir kitleye dönüşüyor.
                Aslında hep bir yanımız yaralı veya eksik.
                Yaralı. Kanadı kırılmış. Ölgün. Sağımıza- solumuza bakıyoruz. Üzülerek görüyoruz ki gittikçe hâkim oluyor suskunluk.
                Biz içerdeyiz. Söylediklerimiz hapis. Ve okuyoruz sessizce aşağılara. Aşağımızda gözler durmadan gürlüyor, her yer viraneye dönüşüyor, ganimetler el el taşınıyor.
                Neden böyle?
                Aslında şairin dediği gibi "Terli bir kısrak gibi şahlanacaktı bahar/ Ve ben onun çıplak sırtına atlar atlama sürecektim sulara" doludizgin. Sınırları bir bir aşarak. İçim kıpır kıpır. Diğer yandan içim bomboş.
                Hani derler ya; ne sevgi, ne nefret, ne kin. Duvarların içinden yalnızlığımızı, karanlıkları yırtarak kendimizi aşıyoruz. Bomboş dedim ya; insan yalnızken kendini biriktirir. Bazen sevgiye olan susuzluğu giderirken, bazen umman kadar şefkat biriktirir bazen de aşılmaz yükseklikte hem kin hem de nefret sağaltır. Bir an'da tüm topraklarım ceng alanına dönüşür, kendi evrenimizde kocaman çığlığa dönüyoruz, ama sen hiç duymazsın çığlığı, belki de duymamak için kulağını tıkarsın. Canın sıkılır, yumruğunu sıkarsın, dişlerini gıcırdatırsın ve sırtını döner gidersin.
                Bugün de böyle!
                Sizler gittiniz. Gideceğiniz vakit tez elden size anlatmak istediklerim vardı. Kulağınıza fısıldayarak bir şeyler diyecektim, sonra vazgeçtim. Çünkü söz söyleme dem'i değildi. Daha önce sizlere güz mevsiminde bahsetmiştim, evet güz mevsimi.
                Güz mevsimindeyiz.
                Belki de güz mevsiminin son günlerindeyiz. Günler öyle ağır geçiyor ki insan ne yapacağına bir türlü karar veremiyor. Aklımdaki ve içimdeki boşluğu doldurmak için bin bir düşünce biniyor duyguların üzerine. Gözüm sizlerde. "Ben ne açlıktan öldüm, ne susuzluktan. Beni öldüren ıssız dağların uğultusudur" ya da talana uğrayan kalbimin bir yarısını görmüyor musunuz?
                Dil susar!
                Korkudan mı?
                Yürek sadece tek düze atar mı?
Göz çakılı kalıyor gökyüzünün Nar kırmızı renginde. Sanki bana "bu mevsimde başka şeyler de varmış" diyorsun, bunlardan biri toprağın koynunda yan-yana olmaktır. O da bu mevsimin hoyratlığı, başına buyrukluğu ve rengin içinde kaybolmadan- yok olmadan her şeyi yeniden- yeniden anımsamaktır.
                Ölüm!
                Koyun koyuna. Yan yana olmak!
                Yabanıl mı bu? Hayır!
                Duvarların ardındakilerin korku esaretine baka baka değişimi fark ediyorum. İçim acıdı. Korku nasıl bu kadar hükümran olabilir? Yeniden VAH dedim, sonra suskun. En iyisi mi bundan hiç bahsetmeyeyim. Neden mi? Neden'im! bana sormayın. Çünkü HAPİSTEYİZ. Okuyor, volta atıyor. Bahçedeki Alman keskin tellerine tünemiş serçelere baka-baka ilk adımımızı attığımız topraklara gittim. Sınırları aştım. Korkusuzca. Sınırları aştığımız topraklara gittim. Sınırları aşma cür'etini gösterdim. Sınırlarını aşamayan geleceğe yürüyemez.
                Ne güzel değil mi sınırları AŞMAK!
                Tökezlemeden. Takılmadan aşmak. Sınırı aştığımda içimde Turnalar, serçeler kanatlandılar. Bir Martı veya Turna olma hayaliyle dolup taştım. Bu olmasa da, ele avuca sığmadan, esarete alınmadan, öldürülmeden atalarımın nefeslenerek kovallarını özgürce çaldıkları yerlerde yaşamak isterdim. Bu mümkün mü? Çoook ZOR!
                Bu coğrafyalarda Habil Kabil'i katledince kan bulaştı toprağa. O günden bu yana Kıran var... Afet var.... Acı var...
                Bunun için aştım sınırları. Kaygısızca. Ustaca. Ne güzel değil mi? Bir ara Ömer HAYYAM olmak istedim, gamsızlığa sığınmak istedim, başaramadım, birçok şeyi aklımdan geçirdim.
                Her An'ı, her SAAT'i, her günü, her yılı yeniden şevk, heyecan içinde okumaya başladım. Okudukça zalimleri tanıdım.
                Uzak durdum zalimlerden. Bir adım attım. Bir adım daha.            Etrafıma baktım, yanımda kimler yoktu ki. Hallac- ı MANSUR'un yüzü parlıyordu, Şeyh Bedrettin bağdaş kurmuş nasihat veriyordu Torlak Kemal'e. Sonra diğerleri görünce tebessüm ettim, mavi gökyüzüne baktım. Gökyüzü pırıl pırıldı. Sonra ne olduysa göklerden ölüm yağdı, sıyrılmak, kurtulmak istedim. Avuçlarımı sıktım. Bir an'da içimde birikenleri bir bir kustum. Ne de olsa mevsim güz'dü. İkinci bir şansım olmayacaktı. Son nefeste kızıllaşan akşamın güneşine baktığım vakit diğer kıtadakilerle bir oldum. Beni alkışladılar. Derin bir nefes aldım. Biraz daha toprağı sıktım. Birisi eğilerek fısıltıyla kulağıma "bir mevsimin daha  sonuna geldik" dedi.
                Batmakta olan güneşe baktım. Gülüşlerinizi, hayallerinizi anımsadım. Bir huzur, bir erinç, bir mutluluk içimi kapladı. Yerimden kalkarak pencereden güneşin renginden siluetlerinize tekrar baktım. Hepinizi tek tek gördüm. Gözlerim sevinçten kamaştı. Nabzım hızlandı. Boşluk yerini yeni bir zamana bıraktı. Kirpiklerim yoruluncaya dek baktım. Tekrar- tekrar ayaklarımızın değdiği topraklara gittim. Yine Nar kırmızı bir son bahardı. Ve sizler kollarınızı sıvamıştınız, yavaşça içime bir bir aktınız. Güneç gözden yitmişti, görüntünüz gözümden silindi. Yıldızlara bir şeyler fısıldadım, bilmem ulaştı mı?
                Gözlerim bulanıklaştı, neden böyle anlamadım. Aynı konuşalar, aynı terennümler, hatta aynı senaryolar peşi sıra birbirini izledi. Yarım kalmış yaşamımızın hikâyeleri. Hangi şiir, hangi Roman yazabilir ki?
Yani kısacası her mevsimin kendine göre bir rengi var. Mevsimlerin renkleri bizleri taşısa da ulaşmak istediğimiz yerlere, içimizde biriktirdiklerimiz daha erken ulaşıyor nehir başlarına.
                Peki bizim mevsimin rengi nasıldır, söyler misin bana? Şu andaki mevsimin rengi NAR kırmızısıymış. Öyle diyorlar. Kimine göre de Ayva sarısı. Nasıl tarif edeceğiz mevsimimizi? Bir kere mevsimlere isim konulmuş. Bizler de bir isim bulup, mevsimimize isim koyarsak günler daha rahat, huzurlu, kavgasız geçecek, ama şuanda bile mevsim taş kadar ağır, gri ve manasızdır, çünkü kalbimin doğusunda doğurduğum, emzirdiğim, üzerlerine titreye- titreye büyüttüğüm kızlarım, oğullarım toprak oluyor. Ben sadece izliyorum.
                Bende ortağıyım,
                Savunucusuyum,
                Yolcusuyum yani.
                Dönüp bir bir üstümden akmakta olan bulutlara bakıyorum. Bulutlar simsiyah ve hırçın. Dağılıyor, parçalanıyor, tekrar bir araya geliyor, yoğunlaşıyor, yoğunlaşıyor yağmura dönüşüyor. Yağmur kıpkızıl.
                Yalvarmak, yakarmak nafile.
                Masallarla hemhal olmuşum. Beni anlatıyor kızlarım, oğullarım. Peşimden gelenler beklenti içerisinde. Kömür karası, bal sarısı gözlere bakıyorum. Umutla birlikte kocaman yük sırtlamışlar. Zamana, suskunluğa ne küsecekler ne de feryat. Arafta kalmak diye bir seçenek yok. O mavi, yeşil, ela ve siyah gözlerdeki ışıltıyla Fırat'ın hırçınlığıyla yeniden topraklarımı sulayıp, bereketlendireceklerdir. O gözlerdeki ışıltının gücünü gördüm. Umudum var. Bu neyse, o kadar güçlü ki dünyanın en güçlü orduları gelse bile ellerinden alamaz, zapt edemeyecek. Çünkü umut TILSIMdır. Yani SIR. Sadece kızlarım ve oğullarım o sırra vakıftırlar. Zaten bizi en iyi anlatacak olan umuttur. Masalımızın mihenk taşı. Öyküsü olmayanlar umuttan bahsedemez. Umudumuzun içinde eririz, tükeniriz yeniden bir arada toplanır ve yeniden yaratırız dağların uğultusuyla...
                Böyle işte.
                Uzayıp gidiyor söylencemiz.
                Şafaklara uyanmamızın nirengisi dağların uğultusudur. Hani derler ya; gözünü şafakta açanlar şafakları fethedebilir. Başka türlü şafaklar fethedilemez. Şafakların rengini hiç merak ettiniz mi? Suretimin rengiyle aynı renktedir. Çünkü ben "Şarklıyım" Şafaklar da güneşe duranlardanız. Cennet bahçesinin kız ve erkek çocuklarıyız. Tam ortasındayız, yani merkezindeyiz yaşamın. Yeri geldi ekmeğimizi bölüştürdük, bir olduk, seferler düzenledik, zalimleri defettik ya sonra? Sonrasını hiç sormayın. Bunu anlatacak mecalim yok. Bugüne bakarsan acının tiz seslerine nasıl katık edildiğimi hem göreceksiniz hem de talihsizliğimin bulamacına ortak olursun. Belki lanet edersin. Ama hayır lanet etme! Buralara kutsallık atfedilmiş, topraklarımızın gözü, kulağı, sözü var. Bizde buraların diliyiz, avazıyız. Zehir tohumlarını ektiler. Fitne fesat sonra boy verdi, yeşerdi. Peşi sıra taklit edenler de geldi. Onlar da kötülük tohumlarını ektiler. Geride sadece miras olarak kötülük bıraktılar ve gittiler bir daha dönmemek üzere.
                Yaşamak ve belalardan azade olmak için sadece düş  Kuruyoruz. Biz aynı zamanda düş kuranlardanız. Bir zamanlar ATEŞ'i çalmıştık. O günlerden bu yana hep düşlerimizi takip ediyor, düşlerimizin peşindeyiz. Bazen Aslanlara parçalattırıldık bazen derilerimiz yüzdürüldü bazen Pir sultanlar gibi DARA çekil AŞK.
                Tanrılardan çaldıklarımızı bizden şimdi almaya çalışıyorlar, ama biz düşümüzün peşindeyiz. Ne Nabukadnazar'lar ne Asurbanipal'ler düşümüzü elimizden alabildi.
                Çünkü biz gerçeğiz ve bu topraklara sağlam basanlardanız. Köklerimiz çok derinlerdedir. Yani bu toprakların özüyüz.
                Keşfettik.
                Yarattık.
                Büyüttük.
                Yaşattık.
                Kendi köklerimiz üzerinde Anteus'un baş eğdiği Herkül'lere şimdi bizler mızrak ve kalkanlarımızla karşı duruyoruz.
 
                Sinan BÜLBÜL
           Maltepe Hapishanesi
 
 

 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...