Odama girip çıkan doktor ve hemşirelerden fırsat buldukça okudum. Heyecanlanmak, yaşama tutunmak, ‘ölüm de neyin nesi?‘‘ demenin edebiyatın tatlı yorganına sarılmakla olduğunu bir kez daha öğrendim.
Yazarın öykülerinde, piyanonun tuşlarına ustaca bastığını her satırında gördüm. Sanki yazar; hapiste bıraktığı döşek ve yorganından sonra, dışarı bir bebek gibi fırladığındaysa, gömleğinin yarısını poliste bırakıp, diğer yarısıyla yolculuğa çıkmış. Az gitmemiş. Çok uzaklara ama çok uzaklara gitmiş. Sonrası ise, kendisiyle kendi içinde tatlı bir savaşa girmiş. Yaşadığı uzaklarda kendini var eden ülkesinin hasretini yazarak yaşatmaya çalışmış.
Dil ustalığı tartışılmaz olan yazar, Buca ve diğer cezaevlerinden uzaklaşmayı başarsa, Türk edebiyatının ustaları arasına girmeyi de başaracak sanırım.
Mesela; Nil’in peşinde Kars’a uzanmalı. Otobüsün camlarına takılan gözlerin tedirginliğini, bilinmez kaçışların acı tatlı yönlerini satırlar arasında su içmek gibi. Bir inci tanesinde üşümeli vakitsizce. Ucuz etin yahnisinde gülmek mesela. Kapınızın çalındığına içeri girenlere üzülmek ve sevinmek arasında var olan ince hatta titremek gibi. Bazense; bir yürekte iki âşık taşımak kadar büyük işlere soyunmak gibi. Yattığı hapislerin işkencelerini değil, büyük ve sert kaleleri yıkmaya aday ama aslında, temiz kalplerinin, aday oldukları dünyanın hayallerini kurmaktan başka sermayesi olmayan Anadolu insanının mizahi yanını ortaya çıkarmanın ustalığını sergilemek gibi.
Çok sevdim, ‘‘ON ÇOCUKTUK‘‘ Öykülerini.
Ve bastırarak bir daha söylemek isterim ki; Necmettin Yalçınkaya, hapislerin duvarlarını aşarsa, bakın o zaman ne deryalar çıkacak ortaya. Öykü ve dil ustalığını daha ne kadar yedirecek bize. Bekliyorum!