İnsan

Oya Uslu kullanıcısının resmi
Bankamatiğin camı hızla vurulunca hemen uyandı İnsan. Tedirginlikle dışarı baktı. Hesap soran bakışlarla karşılaştı. Suçüstü yakalanmış gibi ürktü. Uyku mahmurluğunu üzerinden atamadan, çapaklı gözlerini ovalayamadan, soğuktan tutulmuş bedenini gevşetemeden, ağrılarına sızılarına katlanarak doğruldu yerinden. Üzerinde yattığı mukavvayı, naylonu alırken bekleşen kadın ve erkekler, sanki çok sallanmış gibi homurdandılar.

O, yanlarından bir gölge gibi süzülürken, diğerleri tekinsiz bir mahlûka bakar gibi baktılar.

Parka doğru yürümeye başladı. Adımları ağır, beli büküktü. Tüm gece donmuş kanı bir türlü damarlarına akıp vücuduna gereken enerjiyi veremiyor, o da kendine gelemiyordu. Sonunda sert bir rüzgâr soğuk duş etkisi yaptı, biraz açılır gibi oldu. Gözlerini ovaladı, çapaklarını temizledi ve ilk Noel Baba’yı gördü.

Sokak erkenden hareketlenmeye başlamıştı. Dükkânların önünde giyecekler sergilenmiş, lokantaların masaları, sandalyeleri dışarı çıkartılmış, vitrin camları aceleyle silinmiş, Milli Piyangocular, gevrekçiler, kumpirciler yerlerini almışlardı. Dönerci ve sandviç dükkânlarından kokular yayılıyordu.

İnsan, çay ocağının yanından geçerken kapı açıldı, dışarıya sıcak buharla birlikte mis gibi çay kokusu doluştu. İçeri davet edilecekmiş gibi ümitlendi birden. Gözleri çay ocağının sahibini aradı, göremeyince içindeki cılız ışık söndü. Yine rüzgâr bıçak gibi kesti bedenini. Büzüldü ve içi titredi. Düğmeleri sökük, eski, incecik ceketini kavuşturdu, boynunu içine gömdü. Mağazalardan birine ısınmak için dalmak istedi ama daha önce yaşadıklarını anımsayıp duraksadı. Birkaç adım sonra bir “Hey!” ünlemesi duydu. Çaycı olabileceğini düşünüp yeniden yüreğindeki yıldız parladı. Arkasını döndü, onu gördü. Adam sıcacık gülümsüyordu:

“Gel, bir çay iç.”

Sevinçle içeri girdi. Hiç müşteri yoktu. Rahatladı. Mukavva ile naylonu kenara bırakıp bir sandalyeye oturdu. Adam coşkuyla ona dumanı tüten çayı uzattı. Dolu dolu gülümseyip:

“Çayın yanında gevrek iyi gider.” dedi.

Dışarı çıktı, gevrekle boyoz alıp döndü. Onları da aynı sevinçle masaya koydu:

“Çabuk ye ama müşteriler şimdi damlar.” diye uyardı onu. “Niye daha erken gelmedin? Kimse olmadan gelmen gerekiyor.”

Sonra pot kırmış da bağışlanmak istermiş gibi boynunu büktü.

Ona derin bir saygıyla baktı İnsan. Gözleri nemlendi, içi onun sıcaklında eridi. Adam bir çay daha doldurdu:

“Kimin kimsen yok mu? Ne oldu da sokağa düştün? Niye hiç konuşmuyorsun?”

İnsan, çaresizliğini belgelemek ister gibi boynunu büktü. Çaycı şefkatle gülümsedi. Bir yandan da dışarıyı kollayınca, kalkma vaktinin geldiğini anlayıp son yudumunu da bitirdi. ‘Sağ ol’ der gibi başını sallayıp çıktı.

Parkta ilk önce bir köşeye mukavva ve naylonları gizledi, sonra da kuytuya gidip çişini yaptı. Ardından kanepeye oturdu. Öksürmeye başladı.

Az sonra köpeğini gezdiren bir kadın geldi. İnsan, onun kendisinden çekinmeden parka girmesine sevindi. Daha önce bankta oturuyor diye onun parka girmediğini fark etmiş, içinin ezildiğini hissetmişti. Bu yüzden yanına gelen köpeğini bile sevmeye çekinmişti. O, o kadar değerli ve temizdi ki, kirli elleriyle dokunursa kadın kızar diye ürkmüştü. Bir köpekten bile daha değersiz olduğunu hissedip sarsılmıştı.

Ah! Hayatı bir deprem gibi yaşıyordu. Ona açlıktan, soğuktan daha çok yalnızlık koyuyordu. Hele öteleyen bakışlar! Hatta acıyan… Ama yine de hiç olmazsa acıyan bakışlarda merhamet vardı. Merhametin içinde sevgi... Oysa öteleyen bakışlarda korku, nefret, tiksinti, suçlama… Ama en güzeli şefkatli bakışlardı: Ana gibi sevgi dolu; saran, kucaklayan, sahip çıkan, süt gibi ak bakışlardı bunlar.

Yine de tanınmanın, bir yere ait olmanın faydasını görmüştü. Onu tanıyanlar artık bir mahlûk gibi görmüyorlardı. Çoğunlukla acıyor, hatta bazen yardım da ediyorlardı. Ama neredeyse tamamı hemen hiç onunla konuşmuyorlardı. Ekmeğe, suya, paltoya, yatağa, yorgana, eve, sobaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorlardı da, konuşmaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyorlardı nedense. Sadece çaycı farklıydı. O da zaten acımaktan çok ona değer veriyor, sevgi, saygı duyup, şefkat gösteriyor; kimliğini, kişiliğini, geçmişini, hayata kattığı değerleri, hatta hayallerini merak ediyordu. Ama onun hiçbir sorusunu yanıtlayamıyordu İnsan. Konuşmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki neredeyse unutmuştu artık.

Öğleye doğru hava iyice bozdu. Bulutlar gökyüzünü kapladı, tehdit eder gibi ağırlaştı. ‘Galiba kar yağacak.’ diye düşündü acı acı. Yanındaki bankta oturan iki delikanlı neşeyle, “Kar geliyor.” diye konuştular. Sonra da kalkıp, paltolarının yakalarını kaldırıp uzaklaştılar. Bir müzik sesi duyuldu o anda. Tekerlekli sandalyedeki ayakları kesik adam teypteki Roman Müziğini sonuna kadar açmış, tespih ve nazarlık satıyordu neşeyle. Öyle kayıtsız bir hali vardı ki, inanılır gibi değildi. Sanki ne ayakları, ne yoksulluk, ne de soğuk umurundaydı.

Sokak iyice kalabalıklaşıp, şenlendi. Noel Babalardan biri dans ediyor, çocuklara balon uzatıyordu. Milli Piyangocu, “Size de çıkabilir.” diye bağırıyor, büyük ikramiyenin miktarını söylüyordu. Herkes çılgınca mağazalara koşuyor, alışveriş ediyor, hayata ışıltılı gözlerle bakıyordu. Yeni yılın umudu doluydu yüzlerde.

İçi daha da acıdı birden. Az önce burada tanındığını düşünüp rahatlarken, şimdi kendini ayrıksı bir ot gibi gördü.

“İki binli yıllar, yirmi birinci yüzyıl...” diye bağırdı ressam. İnsanları zamanı belgelemeye çağırıyor gibiydi. Başını kaldırıp apartmanlara baktı. Hukuk büroları, güzellik merkezleri, pazarlama şirketleri üstüne gelir gibi oldu. Az sonra da içi daraldı ve öksüre öksüre yerinden kalktı.

Sokakta hiçbir yerde olmayan bir koku vardı: Eski ve yeni zaman, deniz, rüzgâr, hatta renkler kokuyordu. Avarelik, kayıtsızlık, rahatlık, farklılık, biraz da acayiplik karışımı bir şeydi. Ama çok sevimliydi.

Yeniden acıktığını hissetti. Ama karnını doyurmak için çaycının yanına gitmeyi düşünmedi bile. Amaçsızca yürüdü sadece. Ellerini ceketinin cebine soktu, sırtını kamburlaştırdı, titreye titreye ilerledi. Öksürüğü arttı o sırada, ciğerleri sökülür gibi oldu.

Bir grup genç, bir protesto yürüyüşüne başladı. Alkış yapıp slogan attılar. Gidip geldiler o ince uzun yolu. Sesleri satıcıların sesine karıştı. Eylemleri bitince bu kez yüksek sesli bir müzik sesi duyuldu caddenin girişinden. Yerli ve yabancı yirmi kadar müzisyen buralara ait olmayan çalgılarla bir tempo tutturdular. Anında çevreleri sarıldı. Herkes merakla, bir dost çağrısı gibi gelen bu neşeli sese koştu. İnsan da merak etti. Sıra dışı giyinmiş, acayip makyaj yapmış genç kızların yanından geçerek oraya geldi. Ama yanaşamadı kalabalığa. Diğer insanlara ait bir yeri işgal etmiş gibi yadırganarak bakılacağını çok iyi biliyordu. Ne garipti ki onu çoğunlukla görmeyenler, birbirlerini tanımadıkları halde bu herkese açık bir yerde bile anlık da olsa birlik oluşturuyor, kendilerine benzemeyeni dışlama hakkını görüyorlardı kendilerinde. Bu gerçek suratına bir tokat gibi çarptı.

Ara sokaklara daldı. Buralar restoran, kafe bar doluydu. Önlerindeki masalar, sandalyeler bu sokakları daha da daraltmıştı. Bazı kişiler soğuğa aldırmadan dışarıda bira içiyor, şimdiden yeni yılın şerefine bardak tokuşturuyorlardı. Arnavut kaldırımlı yolları öksüre öksüre çiğnedi. Denize dik olduğu halde belki darlığından, belki de eski binaların zaman kokusundan daha ılık geldi buralar. Kambur yürüyüşü düzeldi, ellerini ceketinin cebinden çıkardı. Birbirine benzeyen sokakların birinden çıkıp diğerine girdi.

Akşam erkenden çöktü. Hava iyice bozdu. Dondurucu soğuk ısırmaya başladı. İnsan’ın içini bir titreme aldı. Öksürüğü çok arttı. Bankamatik kabininin dışarıya göre daha sıcak olacağını düşünüp gitmek istedi. Ama çok geç olmadan bu mümkün değildi. Çaresiz kalakaldı.

Az sonra cesaretlenip bir markete girdi. Sıcak ‘Hoş geldin.’ der gibi karşıladı onu. İçinden bir ‘Oh!’ çekti. Oyalanmak için yiyeceklere baktı. Açlıktan midesi kazınıyordu. Her gördüğünü canı çekti. Markette alış veriş eden insanlara şaşırdı o anda. Kıtlıktan çıkmış gibi elleri her şeye uzanıyordu. Onların malları bu kadar rahat almalarını garipsedi. Burası ona tüm dünya gibi geldi. Bu insanlar buraya, bu dünyaya aitti. Ya kendisi? ‘Vardır’ dedi sonra, ‘Olmaz mı? Kim bilir ne çoktur benim gibisi. Peki, niye öyleyse biz görünmüyoruz? Niçin evimiz, ocağımız, aşımız yok? Niçin her yer bu insanların? Biz niye işgalci gibi karşılanıyoruz?’ Acı acı bir ‘Of!’ çekti içinden ve kim bilir kaç yıldır ilk kez dudaklarından “Reva mı?” sözcükleri döküldü.

Dışarı çıkınca soğuk yine saldırdı. Yine büzüldü, yine ciğerleri sökülürcesine öksürdü. Karın yağabileceğini düşünüp yağmasın diye gökyüzüne yalvarır gibi baktı. Bir gencin elindeki hamburgeri çöp kutusuna attığını gördü o sırada. O uzaklaşınca koşup aldı. Yeni atıldığı ve kâğıda sarılı olduğu için temiz sayıp sevindi. Çok beğenerek yedi. Tam doymasa da onunla yetindi.

Sevinçli çığlıklar duydu birden. Gençler coşkuyla “Kar yağıyor!” diye bağırıyordu. Mutlulukla gülümsüyor, zıplıyor, birbirine sarılıyor, ellerini açıp teşekkür eder gibi gökyüzüne bakıyorlardı. Yüreğine bir şeyler dokundu yine. Sonra alçakgönüllü bir anlayışla onlara hak verdi. Ama kendini bu koca dünyada bir toz zerresi gibi hissetti.

Kar, kısa zamanda hızlandı. O da kendine kafe barların yoğunlukta olduğu bir yerde saçak altı buldu. Oradan karın kuş tüyleri gibi uçuşuna baktı. Ona gökten hüzün yağıyormuş gibi geldi. Mahzunlaştı iyice, içinden bir ağıt yükseldi. Bir arabanın aynasında yüzünü gördü o sırada. Olamaz, bin yaşında gibi görülüyordu! Kimdi bu? Ya bu kupkuru gözler onun muydu? Yüzündeki bu yara çoktan kaybedilmiş bir savaşın izi miydi? Ya gamzeleri, gözyaşları yanaklarına süzülürken oyulan çukurluklar mıydı? Peki, kaç bin yıldır gülmüyordu? En son ne zaman tatlı tatlı gülümsemişti; ya da çaycı gibi dolu dolu, hatta kahkahalı… Ya hayallerine ne olmuştu, kim soldurmuştu onları?

Fasıl başladı o anda. Güzel bir şarkının melodileri yükseldi. Kafe bara baktı, herkes kadeh tokuşturuyordu. Koca koca adamların, kadınların başlarında renkli külahlar vardı. Giyimleri çok şıktı. Hatta bazılarının giysileri mevsime inat incecikti. Gülümsüyor, ışıltılar saçıyorlardı. Kahkahaları şuh, kayıtsız, mutluydu. Sanki dünyayı kucaklıyorlardı.

Yeniden küçüldüğünü hissetti. Hatta öfkelendi birden. İyice cama yapıştı. Yine görülmediğini fark edip daha da kızdı. Cama vurdu ‘Ben buradayım.’ der gibi. Ama herkes kendi âlemindeydi. Cama daha çok vurdu. Her vuruşu bir haykırış gibiydi. ‘Donuyorum, hastayım, evim yok, yalnızım…’ Cam kırılacak gibi oldu ama kimse dönüp bakmadı. Kapıya yöneldi burnundan soluyarak. Kükredi eğlenenlerin üstüne. Herkes neye uğradığını şaşırdı. Korumalar koşup onu yaka paça dışarı attı.

Lapa lapa yağan kara aldırmadan meydana doğru yürüdü hızlı adımlarla. Canlanmıştı. İnanılmaz bir kuvvet gelmişti üstüne. Üşümesi geçmişti. Çılgın gibiydi.

Denizi görünce iyice coştu. Üzerindeki ceketini de çıkardı. Bir kocaman gökyüzüne, bir engin denize baktı. Her şeyin büyüklüğüne bir daha şaşırdı.

Meydanda kalabalık çılgınca eğleniyordu. Dans ediyor, birbirini kucaklıyor, öpüşüyor, zıplıyor, şarkı söylüyorlardı. Kar umurlarında bile değildi. Onu yeni yılın müjdecisi gibi görüp seviniyorlardı hatta.

İyice küçüldü bu görkem karşısında. Top gibi yusyuvarlak olmak geldi içinden. Büzülerek çömeldi olduğu yere. Kendini yine bir toz zerresi gibi hissetti. Karı beyaz kelebeklere benzetti o anda. Garip bir ışıltı, acayip bir gülümseme yayıldı yüzüne. Isındı aniden. Sıcacık, kalabalık bir evde soba karşısında hissetti kendini. Uykusu geldi ve yığıldı olduğu yere. “On, dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir, sıfır…” sözleri yükseldi eğlenenlerden. Havai fişekler patladı. Renkli yıldızlar döküldü gökyüzünden. İnsan, yıldızlara bakıp son kez gülümsedi ve kelebeklerin o yıldızlara binip sonsuzluğa doğru kanat çırptığını gördü.

 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...